Çıkar Yol Var mı?
Her sabah alarmın sesiyle kendimize telkin ettiğimiz o mecazî ilahî söz hâline geldi: “Kalk, çalış, ev al, araba al, rahatla.” Oysa bir çoğumuz; yetmeyen maaş bordroları, bitmeyen borç kaygıları, kredi kartı ekstreleri ve kredi skorunu yükseltmek uğruna feda edilen kişisel zamanlarıyla bu döngünün içinde öyle derin bir çukura hapsolduk ki, çıkışı akla gelmeyecek kadar güçleşti. Aldığımızda özgürleşeceğiz sandığımız ev, üzerine çöküveren bakım masrafları, vergi yükleri, aidat borçlarıyla bir hapishaneye dönüşürken; satın aldığımızda bize konfor vaat eden dört tekerlekli araç, her kilometrede depoya giden benzin parasından, zorunlu bakım ücretlerine, trafik cezalarına, köprü ve otoban gişelerine dek uzanan kabarık bir fatura koleksiyonuna dönüştü. Ve en trajikomik yanı, bu düzen içindeki bilinç bulanıklığımız—borç batağına gömülmüşken, sosyal medyada çekilen “taşındım” pozlarıyla birbirimize “mutluyuz” mesajı veren insan topluluğu haline gelmemizdir. Ne gariptir ki, asıl amaç ihtiyaçlarımızı karşılamak iken, biz bugün lüks diye pazarlanan simülasyonlarda nefes almaya çalışıyoruz.
Sistem Nasıl Kuruldu ve Neden Akıl Dışı?
Sanayi Devrimi’nin buhar makineleriyle başlayan makineleşme süreci, yalnızca
üretim yöntemlerimizi değiştirmekle kalmadı; insanın hayat temposunu en temel
düzeyde yeniden programladı. Fabrikaların dumanı kadar yoğun bir zihinsel
kodlama da okullarda, iş yerlerinde, yaşam merkezlerinde yankılandı: “Sen ter
dök, üret, tüket, borçlan, mutlu ol.” 20. yüzyılın başında icat edilen tüketici
kredileri, barışçıl bir finansman aracı olarak lanse edilirken çok geçmeden
“borçluyu takip etme” işlevi kazandı. Bu krediler, kişiyi özgürleştirmek yerine
borç zincirleriyle hapsedilen birer kölesi haline getirdi. Ardından televizyon
ekranlarında, basılı reklam panolarında, alışveriş merkezlerindeki dijital
tabelalarda her biri ayrı bir günahkârlıkla bezeli “daha iyisi, daha lüksü,
daha hızlısı, daha akıllısı lazım” naraları yükseldi. 21. yüzyılda ise sosyal medya
ve akıllı telefonlar, bu döngüyü bireyin cebinde taşıdığı bir hapishane haline
dönüştürdü. Algoritmalar, insanların ihtiyaç algılarını sürekli güncelleyerek
onları bir sonraki kredi taksitine, bir sonraki marka güncellemesine, bir
sonraki filtreli fotoğraf paylaşımına sürükleyen görünmez gardiyanlara dönüştü.
İnandırıcıydı; özgürlük vaat ediyor gibi görünüyordu ama ardında yalnızca borç,
bağımlılık ve değersizlik bırakan bir mirastı.
Barınma ve Ulaşım: Temel İki İhtiyaç Nasıl Lüks Simülasyona Dönüştü?
İnsan var olduğundan beri temel iki ihtiyacı oldu: Güvende kalmak için
barınmak, çevresine ulaşmak için hareket edebilmek. Bir mağara, bir barınak,
bir ağaç kovuğu, bir çadır; birkaç tuğla ve taş yığınından yükselen duvarlar…
Bunlar yüzyıllarca yeterli olabildi. Oysa günümüzde; “2+1 daire, tripleks
villa, akıllı ev sistemleri, çatı katı, boğaz manzaralı olmazsa olmaz”—gibi
pazarlama sloganlarının gölgesinde kalabalıklaşan bir simülasyon alanına
sıkıştık. Etrafımızda yükselen beton kuleler, kredi sözleşmeleriyle
mühürlenmiş, üzerlerinde “siz mutlu olun diye biz ürettik” (!?) yazan dev
reklam panolarıyla donatılmış. Araç konforu adına sunulan “otomatik park etme”,
“ayarlanabilir koltuk ısıtma”, “çift bölgeli klima” vb. özellikler ise çok
geçmeden kişisel özgürlüğümüzün değil, tüketim alışkanlıklarımızın dairelerce
genişletilmiş bir katalog haline gelmesine hizmet ediyor. İnsanlık, cebindeki
paralı biletlerle konfor adası ararken, aslında kendini birer eğlence parkının
tüketim karnavalına davet etti. Oysa labirentleşmiş yollar, yüksek otopark
ücretleri, trafik stresi ve durmaksızın yükselen akaryakıt maliyetleri, bu lüks
maskesinin ardındaki acı gerçekle bizi yüzleştiriyordu: Sistem, temel
ihtiyaçlarımızı lüks bir simülasyonla yer değiştirerek varoluşumuzu değersizleştiriyor.
Eğitim: Özgür Ruhları Emek Çarklarına Taktıran Fabrika
Eğitim kurumları, aslında çocukların merakını, sorgulama tutkusunu, yaratıcı
potansiyelini özgür bırakması gereken kutsal alanlar olarak tanımlanır. Fakat
içinde yaşadığımız sistemde “okul” kavramı, bir fabrikadan farksız bir dişli
üretim bandına dönüştü. Müfredatlar, tek bir hedefe hizmet etmek üzere
kurgulandı: Sistemin çarklarını yağlayacak iş gücü yetiştirmek. Sınavlar,
ezberin ceza-ödül mekanizmasına bağlanmış halleri; diplomalar, plastik
kapsüller içinde dikkatli paketlenmiş birer ‘işe alım sertifikası’ statüsüne
indirgenmiş durumda. Bu “eğitim fabrikası” insanı düşünmekten alıkoymakla
kalmıyor; ona “ne yapacağını”, “hangi kalıba gireceğini” ve “hangi tüketim
programına sadık kalacağını” da dayatıyor. Böylece sorgulama eğilimi değil,
sorgusuz uyum arzusu besleniyor. Ne yazık ki bugün, bir mezun olarak diplomayı
elinde tutan birey, daha özgür değil; aksine kredi taksitleri ve “kariyer
planlaması”nın belirsiz girdaplarında daha da esirleşmiş bir çarkın parçası
haline gelmiş oluyor.
Sosyal Medya: Dijital Kafesin Parıltılı Vitrini
Sistemle kol kola yürüyen bir diğer uyanık tuzak ise sosyal medya… “Paylaş,
beğen, yay, takip et” diye çağıran bu platformlar, modern insanın “görünme
arzusu”nu keskin bir silaha dönüştürdü. Artık fotoğraf kareleri, tıpkı birer
ürün broşürü gibi her detayıyla ayarlandı: “Bugün 75 m²’lik dubleksimizde kim
var?”, “Bu hafta yeni model otomobilimizi teslim aldık!” “Çocukla bahçede oyun
saati…” Her bir paylaşım, bireyin kapitalist sistemle imzaladığı sessiz bir
kontratı temsil ediyor: “Evet, ben de borcumun takipçisi bir tüketiciyim.”
Beğeni tuşuna her tıklandığında, bu aldatıcı ilüzyon biraz daha gıcırdayan bir
zafer marşı çalıyor. Oysa kimse sormuyor: “Ya bu paylaştıklarım gerçekten benim
midir, yoksa sistemin lüks tavsiyeleri tarafından mecburi kılınmış birer poz
hâlini mi alıyor?” Dijital dünyada, insan artık bir kişi değil; bir veri
hücresi, bir metrik; “kaç beğeni” aldığına göre sınıflandırılan, segmentlere
ayrılan, hedef kitle raporlarına eklenen bir pazarlama malzemesine dönüştü.
Sahte İhtiyaçlar ve İnsan Onurunun Değersizleştirilmesi
Sistem, insanı “bir ev ve bir araba” ideali peşinden sürükleyerek sanıyor ki
ihtiyacı gideriyor; oysa bu iki temel hak—barınma ve ulaşım—birincil bir lütuf
değil, insan onurunun ayrılmaz parçalarıydı. Bugün ise bu ihtiyaçların
karşılanması; bankaların, finans şirketlerinin, inşaat devlerinin, otomotiv
lobilerinin ve bunlara eşlik eden reklamcılık endüstrisinin elinde bir pazar
malzemesine dönüştü. O pazarlama metası ki, insanı “yüksek metrekareye,
gökdelenlere, garajlı villalara, marka arabaya” ulaşıyorsa başarılı sayan,
ulaşamayanı değersizleştiren bir “elit kulüp” gibi işliyor. Değer, bir kişinin
kredi skoruna kilitlenmiş, onur ve hak ise taksit planlarına rehin bırakılmış
durumda. Bu dönüşüm süreci, özünde insanı yalnızca fiziki bir varlık olarak
değil; kimliksizleştirilmiş, içsel frekansından koparılmış, tüketim odaklı bir
ruh olarak yeniden tanımladı. Onur, insana değil de “bankaya ödenen tek bir
kuruşa bile isabet eden kredi metriğine” fatura edildi.
Uyanış İçin Reddediş Şart: Sistemi Reddetmeden Çıkış Yok
İşte bu kronik çıkmaz, ancak sistemin dayattığı tüm bu “lüks illüzyonunu”
topluca reddetmekle kırılabilir. Reddediş, yalnızca bir “hayır” demek değil;
yeni bir “evren tasarımı”na ilk adımı atmaktır. Çünkü sistem, bir kere tutsak
ettiğinde, insanı yalnızca bedeniyle değil zihniyle, duygularıyla, hayalleriyle
de esir alıyor. Oysa onurlu bir varoluş, bu tutsaklığı kabul etmek değil; ona
meydan okumakla başlar. Sistem, barınmayı ve ulaşımı lüks olarak pazarlar; ama
sen bil ki barınmak bir insan hakkıdır, ulaşmak bir insan hakkıdır. O hakları
lüks sanrısının esaretine düşürmek, insan onuruna son darbeyi indirmektir. Bu
yüzden uyanışın ilk şartı: Kendi zihin prangalarını tanımak, ardından da “evet,
ben bu oyunu oynamıyorum” diyebilmektir.
Gerçek Vizyon Manifestosu: Eylem Çağrısı
Bu manifestoyu imzalayan herkes, artık sistemin “ev ve araba kutsamaları”yla
uyuşmuyor; temel ihtiyaçlarını lüks simülasyonun tuzağına düşürmeden yaşama
kararlılığında. Aşağıdaki dört ilke, yeni gerçekliğimizin temeli olsun:
• “Benim evim, kimliğimin ötelenmiş
bir eki değildir; ihtiyaçlarımı karşılayan, beni koruyan bir sığınaktır. Onu
metrekareleriyle değil, içinde beslediğim dayanışma ve paylaşım ağıyla
tanımlarım.”
• “Benim ulaşım hakkım, dört tekerlekli metal kafeslerde hapsedilmek değil;
ayaklarımın, bisiklet tekerleklerinin, hatta komşumun kolunun omuz omzuna
deviniminin özgürlüğüdür. Rotamı yakıt tüketimine değil, gerçek temas
noktalarına göre çizerim.”
• “Akıl dışı sistemin ‘başarı’ ölçütleri—kredi skoru, mülk sayısı, hedef pazar
segmenti—benim değerimi tarif edemez. Değerim, düşüncelerimin özgürlüğü,
hayallerimin genişliği ve etrafımda inşa ettiğim toplulukların gücü ile
ölçülür.”
• “Sosyal medya vitrinlerindeki gösteriş değil, gerçek zamanlı eylemlerim—bir
fidan dikmek, bir duvarı boyamak, bir komşuma el uzatmak—benim onurumu okşar.
Beğeni tuşlarından aldığım yapay onay değil, canlı iletişim ağlarından aldığım
gerçek karşılık benim zenginliğimdir.”
Bu dört maddeyi ruhunuzun en derin
katmanında taşımakla, artık sistemle alay eden bir topluluğun parçası
olursunuz. Çünkü alay etmek, düşmanı ciddiye alırken aynı zamanda onun
çarpıklığını tüm çıplaklığıyla göstermek demektir.
Eyleme Geçiş Adımları: Uyanışı Somutlaştırmak
Zihin Devrimi Başlatın
• Her sabah 5 dakikanızı, “Bu ihtiyacı gerçekten ben seçtim mi?” sorusuna ayırın.• Günlük dilinizde “sahip olmak” yerine “bağ kurmak”, “ünüversellik” yerine “yerellik” kavramlarını kullanın.
Dayanışma Temelli Mikro-Ekolojiler Kurun
• En az üç komşunuzla bir araya gelip, ortak bir bahçe, atölye veya kültürel mekan planlayın.• Elektrik, su, ısınma gibi giderleri kolektif bütçeyle yönetin; her yatırım, bireysel borç değil, topluluk kredisi olsun.
Dijital Gösteriyi Değil, Gerçek Eylemi Güçlendirin
• “Taşındım” pozları yerine, “Taşırdım” videoları çekin—kitaplar, tohumlar, fikirler taşıdığınız anları paylaşın.• Sosyal medyada akışınızı haftada bir “kredi yok, katkı var” gününe çevirin.
Alternatif Öğrenme Ağları Oluşturun
• İmece usulü “hayat müfredatı” dersleri başlatın: Toprakla konuşmayı, ateş yakmayı, yıldızları okumayı deneyimleyerek öğrenin.• Her yeni öğrendiğiniz beceriyi en az bir kişiyle paylaşın—böylece bilgi “tüketilen” değil, çoğaltılan bir değer halini alır.
Sistemle Alay Eden Kültürel Üretim
• Yazılar yazın, çizimler yapın, videolar çekin; içeriğinizde sistemin akıl dışı dayatmalarını tiye alın.• “En lüks villanın görüntüsü”ne eşlik eden “kilitli banknot yığınları” gibi metaforlarla güçlü görsel kontrastlar yaratarak insanları gülümsetin ve sorgulatın.
Akıl Dışı Düzeni Gülümseterek Yerle Bir Etmek
Sistemin akıl dışı ritmine ayak uydurarak ev sayfalarındaki “kiralık gösteriş”
ilanlarına, trafikte çektirdiğiniz boğulma anlarını belgeselleştiren vlog'lara,
kredi skoru sınavını başarıyla tamamlamış süper tüketici kupürlerine itibar
etmek, artık yeter. Bu manifestoyla ilan ediyoruz ki:
“Bizler, zincirleri gülerek kıralım; yüksek metrekareli kafeslerimizi
‘konfor kuleleri’ diye yutturmaya kalkan sistemi tiye alalım; ‘ev ve araba’
saplantısına gülüp, gerçek ihtiyaçlarımızı onurla karşılayacak sistemleri,
ilişkileri, mekanları inşa edelim.”
Çünkü insan, duvarlar yükseldikçe
değil; fikirler büyüdükçe gelişir. Ayaklar hareket ettikçe değil; zihinler
özgürce dolaştıkça büyür. Saatler ceza faizi ödenmek için harcanmak yerine,
aslında hepimizin hayalini kurduğu “birlikte düşünme, birlikte üretme, birlikte
yaşama”ya adandığında gerçek değere kavuşur.
Şimdi bu yazıyı okuyan her birey bir
düşünce balonu gibi yayılmaya hazır. Her balon, bir gerçeği: “Krediyle
kiralanmış özgürlüğe ihtiyacımız yok” diye haykırsın. Ve birlikte, bu
gülümseyerek başlar—çünkü en güçlü devrimler, en ağır prangaları bile hafif bir
kahkahayla yerle bir eder.